45 sene süren hocalığın mükâfatı olarak İdmanılar Şeyhi ünvanıyla nisyan kürsüsüne oturtulan Faik Bey bundan dört sene evvel, meslek hayatında bütün ıstıraplarını gölgede bırakan bir felakete uğramış, gözlerini kaybetmiştir.

İdmancılar Şeyhi unvanını taşıyan Faik Bey'i tanımayanlar da, onu unutmayanlar kadar azdır. O, bugün, Kadıköy’ün sapa bir sokağında mütevazı evinde, münzevi bir derviş ömrü sürmektedir. Tekaüde sevk olunmuş müşirlerin, orduda hala hizmet eden Feriklerin, Meclis binasını dolduran değerli mebuslarımızdan çoğunun, hatta bugün iktidar sandalyesinde bulunan iki vekilimizin ve daha birçok münevverlerimizin hocalığını etmiş olan üstat Faik Bey, bugün tam 74 yaşındadır. Koşuların, tulumbacılık ve bedeni hareketlerin bayağı bir cambazlık sayıldığı mutaassıp devirde o, irticaa göğüs geren feragatkâr bir kahraman gibi çalışmış ve memlekette gençliğin marizleşen (yaralanmış) ruhuna spor sevgisinin ilk tohumlarını serpebilmiş, hatta serpiltebilmiştir.

Kırk beş sene süren hocalığının mükâfatı olarak, ‘’İdmancılar Şeyhi unvanıyla nisyan kürsüsüne oturtulan Faik Bey, bundan dört sene evvel, meslek hayatının bütün ıstıraplarını gölgede bırakan bir felakete uğramış, gözlerini kaybetmiştir.

Vaktiyle, tehlikeli bir ideal yolunda tek başına yürüyebilen hoca, bugün küçük evinin merdivenlerini bile yardımcısız inememektedir. Onu geçen gün, fedakâr zevcesinin kolunda Şifa’ya doğru uzanırken görmüştüm. İhtimal, çiçeklerin, tabiatın ve güneşin göremediği nimetlerden kam almaya(keyif almak) çıkmıştı. Esatiri(efsanevi) kahramanların heybetini hiç kaybetmemiş olan müheykel (heykelleşmiş, sağlam) endamı, zayıf istinadgahının (dayanak) yanında, ince bir söğüde yaslanmış asırdide (güngörmüş) bir çınarı andırıyordu. Ben, bu manzaradaki hüznü, ıstırabı, faciayı gördükten sonra, inandım ki, bazen, kör olmamak da kör olmak kadar acıdır. Şimdi onun kapısının, vefakâr ellere hasret tokmağını çalmaya gidiyorum. ‘’Yedigün’’ sayfalarını onun hatıralarıyla süslemek kararını verirken, içimde, günahkârlar namına tövbe eden bir insan huzuru var. Bu sönmüş yanardağı suallerle eşelerken, belki kıvılcımlar sıçrayacak. Fakat bu kıvılcımlardan teessür duyacaklar emin olsunlar ki, ben suallerin maşasını, onların hesabına çok insaflı kullanacağım.

Kapıyı, İdmancılar şeyhinin, ince, kibar ve asil yüzlü zevcesi bizzat açtı:

- "Faik Beyefendi evdeler mi?"

- "Buradalar efendim!"

- "Biraz görüşmek istiyordum da?"

- "Kim diyelim efendim?"

- "İki gazeteci gelmiş deyiniz Hanımefendi!"

Bu son cevap, muhatabımın güler yüzünü, iğrenç bir koku almış kimselerin istikrahiyle(tiksinti) kırıştırdı. Sesinin nazik ahengi serteldi (sertleşmek)

- "Uyuyor efendim, görüşemez!"

- "! ?"

- "İane için geldiniz değil mi?"

Bu sual beni, ondaki ilk tahavvülden(değişim) fazla hayrete düşürdü:

"Ne münasebet Hanımefendi, biz sadece biraz görüşmek istiyorduk?"

Bu sefer muhatabımın yüzüne kapıyı açtığı zamanki nezaket- hatta birkaç misli fazlasıyla- yeniden yayıldı:

"Ya… Affedersiniz efendim… Buyurun, buyurun o halde… Affedersiniz… Ben, şey; yine şey zannettim de?"

"Demek buraya mütemadiyen iane isteyen gazeteciler gelir?"

"Maalesef öyle efendim… Bir şey değil, fakat Faik Bey sinirleniyor artık da. Abone derler, gelirler, iane (yardım parası) derler gelirler."

Gösterilen yolu takip ederek ilerlerken, bir isyan, hiddet ve acı kaynaşması oldu.

"Demek gazeteci hüviyetiyle, mesleğin haysiyetini ve halkın itimadını istismar eden mikroplar, böyle en akla gelmedik kapıları saracak kadar çoğalmışlar. Bu gösteriyor ki, kavrulası midelerini doldurmak uğrunda bir mesleğin iffetiyle oynayacak kadar küstah olan bu mahlûkların cürümlerine adaletin tayin ettiği cezalar çok az geliyor."

Hafif buruşuk, hafif esmer ve hafif pembe bir yüz, geniş, açık bir alın. Aralarında bir tek siyah tel kalmamış beyaz saçlar ve aynı renkte, buruk dolgun bıyıklar. İki metreye yakın boy ve o boyla mütenasip, dolgun, geniş, mevzun bir vücut. Ve o heybetli heyete ölçü ile verilmiş kadar uygun, gür, canlı, pürüzsüz bir ses. Ve gözler, bakan ve görmeyen gözler.

Fakat tuhaf… Bakan ve görmeyen, pili bitmiş birer ampul gibi nurları tükenmiş gözlerde kaybolmayan bir şey nazarı dikkati celbediyor: Onlarda kaybolan şey yalnız, göze görülmeyen rüyet hassası…

Bakışlar sabit, donuk, boş ve manasız değil. Hatta o kadar değil ki, Faik Bay konuştuğu ve göz göze geldiği anlarda çok defa, onun görmediğini unutuyor, sözlerini baş hareketleriyle tasdik ediyorsunuz ve bunun beyhudeliğini fark etmiyorsunuz.

O kanepesinin arkasındaki duvarda asılı bir resmi, bundan 60 küsur yıl önceki resmini işaret ederek anlatıyor:

"İşte Mektebi Sultani ’ye girdiğim zaman böyleydim. On bir yaşında bir çocuk… Hem zayıf hem de çelimsiz bir çocuk. Spor ince, körpe vücudumu havanın, güneşin, suyun, toprağın bir fidanı serpiltmesi, yeşertmesi, beslemesi gibi genişletti, canlandırdı ve kuvvetlendirdi.

Ama o zaman spor telakkisi şimdiki gibi değildi. Biz sabah beş buçukta kalkar, sekiz bucağa kadar jimnastik yapardık.

Dikkat edin, göreceksiniz ki, vücut yorgunluğu, dimağ yorgunluğunu dinlendirir. Döktüğünüz her ter damlası, içinize ve dimağınıza bir kova dert ve zehir boşaltmanın keyfini, rahatlığını verir.

Dersleri, halterleri en fazla elleyen el sahipleri daha iyi bellerlerdi. "

"Ne zaman muallim oldunuz hocam?"

Türk idmancılarının en eskisi, bu sualime en doğru cevabı verebilmek için, hayatının elli yıllık arkadaşından yardım istedi:

"Hanım böyle olmayacak. Böyle rakamlı sorgulara kafadan cevap verecek yaşta mıyım ki. Onları ben hep not etmişim. Şu benim defteri alıver de, bey evladıma hesap verelim."

Ben hanımefendinin verdiği deftere göz gezdirirken Faik Bey soruyor:

"Hanım verdin mi defteri?"

Cevabı ben veriyorum:

"Teşekkür ederim, verdiler hocam, okuyorum."

"Kaçta çıkmışım mektepten? Ben de merak ettim de?"

"1879’da efendim"

"Tamam, o zaman mektebe Alman sefaretinden bir ecnebi heyet geldi. Beni imtihana çektiler ve diploma verdiler. Orada, Berlin Jimnastik Darülmuallimi’nde dahi hocalık edebilecek iktidarda olduğum yazılıyor, tasdik ediliyordu.

Bunun üzerine beni, 289 kuruş maaşla Sultaniye jimnastik muallimi yaptılar. Sonra aylığı yedi yüz elli kuruşa çıkardılar. Ve fasılasız, tam 45 sene hocalık ettim.

Demek ki, talebeliğim de dâhil, bir çatı altında tam 54 yıl kirlenmeden, lekelenmeden, kimseyi incitmeden ve kimse tarafından incinmeden çalıştım. 54 yıl dile kolaydır bey evladım. Bir insanın bu kadar zaman, namusundan fedakârlık etmeden, arsızlanmadan bir dam altında barınışının ne demek olduğunu takdir edebilenler, benim bununla iftihara hakkım olduğunu kabul ederler. Ben bununla iftihar ederim.

Bütün bu kırk beş yıldan bana kalan iki unvandan, bir madalyadan ve resmi bir teşekkür namenin içime verdiği manevi hazzın hatırasından ibarettir. Ailemin üç/ beş kuruşu olmasaydı, maddi ikramiyeden ve tekaüdiyeden nasibedar olamamanın çok sıkıntısını çekecektim. "

Kısa bir sükûttan sonra, alnına toplanan ter danelerini silen faragatkar ve kanaatkâr muallim, ıstırabı, hıçkırıktan daha kuvvetle ifade eden bir tebessümle ilave etti:

"Mamafih, bana büyük felaketler yüklemeyen bahtiyar talihimden memnunum, çünkü:

Faik kulunu saadetle yaşattı Halık,

Kimsenin lütfuna olmadı Faik talip…"

"Meslek hayatınızın en büyük saadeti neydi hocam?"

"Neticesinden gayrı her şey! Ben talebelerimin arasında bulduğum bahtiyarlığı, aile hayatımın zevklerinden bile üstün bulmuşumdur. Ondan mahrumiyet beni, ebediyen hırçın bırakan büyük bir ıstırap oldu. "

Birden yerinden doğruldu. Görmeyen gözlerinin kızarık pınarları nemlenmiş, gür sesine, bir humma ateşi ve titremesi sinmişti.

"Ben sizin yüzlerinizi görmüyorum güzel evlatlarım. Bu az ıstırap, az işkence değildir. Fakat buna rağmen inanın ki, hocalığımı kaybetmek bana, gözlerimden mahrum olmaktan daha acı ve ağır gelmiştir. Başım önümde, çenemde büyük günah sonlarının o ürkek tutukluğu var. Ağzımı açarsam, sesimin çıkmamasından korkuyorum ve susuyorum. Beni müşkül ve azaplı vaziyetimden yine onun sesi hatta evet kahkahası kurtardı.

Ne diye acıya kapıldım da sizi de üzdüm evlatlarım… Bunlar hep geçmiş şeyler. Sanki konuşacak tatlı söz kıtlığına kıran mı girdi?

Ha! Hazır siz gelmişken, size benim denize dair yazdığım bir yazıyı vereyim. Neşredin de gençler okusunlar. Fakat şimdi sırası da değil. Daha yüzme mevsimine vakit var. Bir şey de kalmadı ya. Orada hoş sözler vardır. Belki biraz kaba bulacaksınız ama doğru şeylerdir. Mesela yüzme öğretmek için Avrupa’dan muallimler getirtilir. Ben diyorum ki, yüzmenin en üstat hocası denizlerdir. Denizlerde iyi kulaç atanlar, karada iyi ayak ve icap ederse mükemmel de dayak atarlar. "

Az evvel koyu bir kâbus havasıyla kasavetlenen meclisi yavaş yavaş mutedil bir neşe sarıyor. Faik Bey gülerek anlatmakta devam ediyor:

"Ya… Hem deniz sıhhati, doktorlar gibi parayla da satmıyor. Yaş 74 olmasa, bütün ömrümü dalgaların koynunda geçirirdim alimallah. Hâlbuki biz denizleri ihmal ediyoruz. Mesela geçenlerde, Kasımpaşalı bir genç, Kavaklar’dan atlamış Adalar’a çıkmış. Kimse çağırıp, bir aferin bile demedi. Ben bunu duyunca çok üzüldüm ve tuttum, madalyalarımızdan bir tanesine, delikanlının ismini kazdırdım. Bir de mektup yazdım, adresine gönderdim. Bir de baktım bir hafta sonra, çat kapı çocuk geldi. Kasımpaşa’da baklavacıymış, ismi de Kasım. Ellerimi öptü. Basit alakam, onu çok mütehassıs etmiş.

'Beni takdir eden yalnız siz oldunuz' diyor, hüngür hüngür ağlıyordu.

Sporcuları takdir etmek, teşvik etmek lazım. Bir madalyanın tesirini görüyorsunuz. Benim çok zengin bir madalya koleksiyonum da vardır. Size onu da göstereyim. Hanım, şu levhayı getiriver, neredesin hanım, duydun mu? O madalyaların içinde öyle güzelleri vardır ki mesela ordu kasketlerindeki defne dalı ve ay yıldızlı sembol, benim milli zevkimin mahsulüdür.

Levha geldi mi, altlara bakın, en altlara… Gördünüz mü? Tamam, diğerlerine de bakın, güzel şeylerdir. "

Spor bahsi açılmışken sordum:

"Hocam, İsveç jimnastiği, Alman usulüne müreccah mıdır?"

Bu sual üstadı güldürdü; yerinden kalktı, sesime doğru ilerledi.

"Bak evladım, 74 yaşında insan pazusu, bu sertliği ancak Alman jimnastiği sayesinde muhafaza edebilir. "

Ben iri ve demir kadar katı pazularını sıkarken, gülerek ilave etti:

"Halterler, jimnastiğin Volteridirler. İsveç usulü jimnastik, hastanelerde marazları tedavi için zayıf bünyeli kimselere yaptırılan hafif hareketlerdir. İsveç ordusunda neferler, jimnastiği mavzerlerle yaparlar. Hem insanlar, muhitlerine, bulundukları iklime, bünyelerine göre yaşarlar, yerler, hatta giyinirler. Jimnastik de bünyeye, iklime, muhite göre değişir. Bizim muhitimize, bizim bünyemize, bizim iklimimize İsveç Jimnastiği çok aykırıdır. Terbiyeyi bedeniye, şifa niyetine sümük çekmek, salya yutarak sallanmak değildir. İspatı meydanda. Alman usulü beden terbiyesiyle yetişenlerin vücutlarını yanyana koyun. Aradaki fark, göreceksiniz ki, ikinci usulün çok aleyhine olacaktır. İsveç usulüne propaganda yapanlar, Alman usulüyle tedris kabiliyetlerini kaybetmiş olanlardır.

Ben biraz Hindenburg’a da benzerim!"

Bunu bahçede Yedigün objektifi önünde poz alan Faik Bey söylüyor. Giymesi için getirilen paltoyu reddediyor, Refikasının derin bir hüsniyetle ısrar etmesi, üstadı kızdırıyor.

"İstemem dedim, üstüme varmasan olmaz değil mi. Anlatamadım ki, kaç defa söyleyeceğim, benim en büyük ilacım ‘’peki’’ dir."

Sonra bana hitap ediyor:

"Böyle ufak tefek şeyler, günde birkaç defa asabımı bozuyor. Mesela bir yere bir şey koyarım, bütün tembihlerime rağmen onu oradan kaldırıp, başka bir tarafa götürüyorlar. O zaman çileden çıkıyorum. Benim onlar gibi iki gören gözüm yok ki. İhtiyacım olan şeyleri, el yordamıyla bulmaya çabalıyorum. Aradığım şeylerin, ihtiyatla bellediğim muayyen yerleri değiştirildi mi, elimin ölçüsü de köreliyor. Tabii sinirleniyorum. Sonra, teessürlerine hâkim insanların mütehhammil(dayanıklı) edasıyla sinirlerini yenerek gülümsüyor:

Lakin, bugün hava çok güzel. Görmüyorum ama anlıyorum ki, gök masmavi ve güneş çok parlak. "

"Vaktinizi nasıl geçirirsiniz hocam?"

Ağzımdan sırasız kaçıveren bu sual, üstadın yüzünü ani ve kuvvetli bir acı duymuş gibi kararttı.

"Vaktimi mi? Hah! Ben oturuyorum, o geçiyor. Ekseriyetle, hafızamı geçen günlerin hatıralarına bırakırım. Bu o kadar sık sık olur ve öyle uzun sürer ki sormayın. Diyebilirim ki, gözlerimi kaybetmeden evvel geçen yetmiş yılımı, en basit teferruatına varıncaya kadar, hayalen belki yetmiş defa yaşamışımdır.

Benim en büyük zevklerimden biri okumaktı, bilhassa gazeteleri. Diyebilirim ki bu zaaf, bana gözlerimi kaybettiren sebeplerin başlıcasını teşkil eder. Şimdi birçok şey gibi, bundan da mahrumum. Mümkün oldukça zevcem okur ve ben dinlerim. "

İdmancılar şeyhiyle Yedigün namına yaptığım mülakat burada bitti. Ondan sonra, üstadın meclisinde samimi, hürmetkâr ve küçük bir dost gibi, akşamın ilerlemiş saatlerine kadar kaldım. Veda ederek, ayrılırken, içimde samimiyetin derin zevki, onu manen ve maddeten malul bırakmanın hudutsuz ıstırabı arasında kaybolmuş, silinmişti.

Bu yazıyı bitirmeden evvel, ilaveyi tasarladığım bazı sözler vardı. Fakat şimdi, yazacaklarımın içimden geçirdiklerime nispeten zayıf kalması korkusu ve endişesiyle kalemi bırakıyorum

Kaynak: Yedigün dergisi 60.sayı

Sitedeki imzalı yazılar yazarlarının sorumluluğundadır.

Önceki Gönderi