Spor hayatım… Bu uzun safha-i hayata 1910 tarihinde Mekteb-i Sultani’ye devamımdan itibaren duhul etmişimdir. O zaman pek ufak, daha henüz sekiz yaşında bulunuyordum. Babam beni kardeşimle mezkur (adı geçen) mektebe leyli (yatılı) kayıt ettirmişti.
İlk günlerde o dar-ül irfan (irfan yuvası), büyük duvarları, uzun koridorları, geniş sınıfl arı ile pek çok yabancı kalmıştı. Sınıfta, bahçede kardeşimle bir köşede sakin sakin etrafı seyir ederken öksüzlük keyfi yetinin (durumunun) ne olduğunu ilk defa burada his etmiştim. Bir çocuğun düşüncesi, teessürü (üzüntüsü) ne olabilir? Bir şehik (hıçkırarak içine çekme) ve zefirin (hıçkırarak nefes vermek) husulü (meydana gelmesi) kadar seri-üz zeval (hızlıca sona erme) değil midir? Nitekim de öyle oldu. Teneffüs zamanlarında küçük, büyük herkes bir topun arkasından koşuyor ve kâh düşüp, kâh çarpışıyorlardı. Hasılı (özetle) o vasıta-ı garibe (o garip araç) ile senelerce imrar-ı evkat edildi (vakit geçirildi). Mübareze-i hayatın (hayat kavgasının) bir şekl-i mahdudu (sınırlı bir biçimi) olan bu iptidai (ilkel) “egzersizler”i temaşa etmekte (seyretmekte) öyle bir temayül (eğilim) vardı ki, şimdi futbola karşı beslediğim meşkin (el alıştırmasının) temellerini, istinadgâhını (dayanak noktasını) teşkil ediyordu. Bu hevesin tesiri ile pederime ilk topu aldırmaya muvaffak oldum. Büyük bir hahişle (isteyişle) yaramaz, acar arkadaşların daire-i samimiyetine (samimiyet çemberine) karıştım. Yavaş yavaş diğerleri gibi ben de bu sahada kesb-i mümarese edip (yatkınlık kazanıp) terakki ediyordum (ilerliyordum.) Aynı zamanda “atletik” sporunda da kendimi göstermeye başlamıştım. Hatta iptidai (ilkokul) ikide iken sene nihayetinde “Ahmed Robenson” Bey’in yapmış olduğu “atletik” müsabakalarında atlama birinciliği ihraz ederek (kazanarak) tevzi-i mükâfatta bir zikr-i cemil bile almıştım. (Atladığım) Bu irtifa (yükseklik) bir metre kadar bir şeydi. Tabii şimdiki vaziyetimle mukayese edilirse bu biraz gülünç olur. Fakat o zamanki küçük bacaklar için bu bir emr-i muvaffakiyet idi (başarıydı.)
Nihayet birinci sınıfa gelmiştim, ilk defa karşımda rakip olarak bizim ufak Siret’i buldum. Onun spor vadisinde birbirimizi kıskanarak –bunlardan yanlış bir mana istihraç edilmesin (çıkarılmasın), birbirimize asla husumetimiz, düşmanlığımız yoktu. Bilakis kalbimizde beslediğimiz muhabbet pek ulvi, pek kavi (kuvvetli) idi- kıskançlığımızı müştereken (ortaklaşa) terakki etmemizi (ilerlememizi) arzu eden gönüllerimizin mustahsen (beğenilen) bir cilvesi olarak kabul edebiliriz.
İlk oyun, ilk gol
Bütün arkadaşlar her hafta ailelerine gider. Biz yaramazlığımızdan ancak iki ayda bir evimize gidebiliyorduk. Öyle tıflane (çocuksu) bir vaz-ı kalenderiye kalb olmuştuk (derbeder bir durumdaydık) ki, artık yırtık ceket ve pantolon, patlak fotinlerle (ayakkabılarla) gezmeyi pek tabii bulurduk… Yeni kostümlerle (giysilerle) gezmek bizim için pek müşküldü (zordu). Zira futbola karşı kalbimizde beslediğimiz temayül o kadar şedid (şiddetli) idi ki gözümüz başka ufuklarda gezmez, kalbimiz başka emellerle darp etmezdi (çarpmazdı). İşte bir aşkta vukuu (gerçekleşmesi) tabii olan harabiyet (perişanlık) bizde tamamen baş göstermişti. Bu sıralarda başımdan iki kaza geçti. Biri futbolda Sabit’in dehşetamiz bir tekmesi, diğeri de “paralelden” düşerek sol kolumun dirseğinden çıkması idi. Bunları geçirdikten sonra bizim üçüncü takım efradı [Namık ve arkadaşları] oyunumu beğenmiş olacaklar ki beni dördüncü takım efradından üçüncü takıma rezerv=ihtiyat olarak kayıt ettirdiler. Üçüncü takımdaki ilk oyunum Fenerbahçe’ye karşı olmuştur. Oyunda Necip Fener’den bize karşı oynamıştı. Bu müsabaka ile Mekteb-i Sultani’deki yedi senelik hayat-ı tahsiliyeme veda ederek ayrılmıştım. Mekteb-i Bahriye-i Şahane’ye gireceğim esnada Ali Sami Bey’in Fenerbahçe’de teşkil ettiği takımlara iştirak ettim. Bu takımlarda büyük bir arzu ile saylarımın (emeklerimin) netice-i muvaffakiyeti çiçek bayramında ilan oldu. Bu oyun Fener’in üçüncü takımına karşı galibiyetimiz ile hitam (son) bulmuştu. Fenerbahçe Kulübü’ne karşı ilk golü bu maçta yapmıştım.
Ali Sami Bey'e kavuştum
Bundan sonra hayat-ı askeriyem geliyor. Bu tamamıyla eski yaşayışımın makusu (zıddı) idi. Beni eski arkadaşlarımla ayrılmaya mecbur etti. Üç ayda bir mezuniyet (izinli olma durumu) şüphesiz ki arkadaşlarımla beni musafehadan men edebiliyordu (muhabbet göstermeye izin vermiyordu). Zaten askerlik vazifesi bu şebeke-i muhabbeti (sevgi ağını) birkaç yerden parçalamış, bu cem-i tesanüdün (dayanışma topluluğunun) erkan-ı asliyesini (önde gelenlerini) bir diyar-ı ahire saçmış, savurmuştu.
Kimi asker olup cephelere izam olunmuş (gönderilmiş), kimi de Avrupa’ya azimet etmişti (yola çıkmıştı). Mekteb-i Bahriye’ye girdiğimde pek cılız ve pek zayıftım. Duhulumdan üç ay sonra çok sevdiğim ve madamülömr (ömür boyunca) hürmetle yad edeceğim muhterem hocam Ali Sami Bey’e kavuştum. O bize spor muallimi tayin olunmuştu. Müdür Ferit Bey’in inzimam-ı himmet (yaptığı yardımlar) ve gayretiyle işe başladı. Bugün bütün meslek arkadaşlarımla hem yek zeban (söz birliği) olarak itiraf ederim ki Çarkçı Mektebi’nin sporda muhayyirülukul terakkisi (akıllara hayretlik veren ilerlemesi) Ali Sami Bey’in cedit tedrisatına medyundur (yeni öğretimine borçludur.) Şunu ilave edeyim ki mektebin programı, vesaitin (araçların) mükemmeliyeti talebenin çalışmasına fevkalade müsaitti. İşte bu muntazam esasat (düzgün esaslar), futbola karşı fıtri muhabbetim (doğuştan sevgim) beni spor sahasında temayüz ettirmeye (seçkinleşmeye) avamil-i hakikiye (gerçek etkenler) olmuştur. Dört sene böyle çalıştıktan sonra ilk defa Galatasaray’ın birinci timinde (takımında) İdman Yurdu’na karşı olan maçta eski arkadaşlarım beni biraz güç fakat katiyen (kesinlikle) tanımışlardı. Çünkü muntazam hayat, çalışma beni tamamıyla değiştirmişti. Eski zayıf, çelimsiz bünyem oldukça sağlam bir halde bulunuyordu.
Binaenaleyh (bundan dolayı) ben de vücuduna itimad- tamı (tam güveni) olan idmancılar gibi Ünyon Kulüb (Union Club) meydanında gözüktüm. Hayatım sevgili kulübümün tealisi (yükselmesi) için cehd (çalışma) ve gayretimle geçti ve alanda geçmektedir. Hamiş (not) – Vazife-i vicdaniyemi (vicdani görevlerimi) icra ederken son aldığım ceriha (yara) bazı bedhahlar (kötülük isteyenler) tarafından hüsn-ü suretle (iyi biçimde) telakki edilmiş, bir daha futbol sahasında gözükmem(in) muhayyel (hayali) olduğu da ilave edilmiş… Fakat ben bilirim ki, amir-i yegânem olan vicdanım bu cerihayı bana ihsan etti. O haberi hedef ittihaz eden (eden) “saik-i deruni” (derin sebep), hiç zannedemem ki topal bir vücudun kalbinde saklı duracak kadar yanılmış olsun… Bu muhaldir (olanaksızdır).
Vazife-i insaniyenin (insanlık görevinin) mükâfatı(nı) felaket teşkil edemez. Onda o derece ulvi bir zevk-i manevi mündemiçtir ki ancak his edilmekle takdir edilebilir. İşte vicdanın git dediği yoldan geri durmayanların mükâfatını(n) en büyük en büyük zevkten mahrumiyet olmadığını inşallah bir iki ay sonra spor meydanında ispat edeceğim. Bu keyfi yeti bedhahlara beyan ederken, bu mecruhiyet (yaralanma) vesilesiyle beni ziyaret lütfunda bulunan arkadaşlarıma teşekkür etmeyi de bir vazife addederim.
Kaynak: galatasaray.org
9 Ekim 1922'de Spor Âlemi’nde yayınlanan bu yazının transkripsiyonu Melih Şabanoğlu tarafından yapılmıştır.
Sitedeki imzalı yazılar yazarlarının sorumluluğundadır.