İlk futbol oyunları, 150’şer kişilik takımların yaptığı bir muharebe manzarası arz ederdi. Yirminci asırla beraber Mekteb-i Sultani-yi Şahane’nin -şimdiki Galatasaray Lisesi- bahçesine yuvarlak bir meşin top gelmişti. Bu meşin topu, eğer hatırımda yanlış kalmamışsa, mektebe Robenson Kardeşler getirmişlerdi. Robenson’lar, en küçükleri Ahmet Robenson Bey olmak üzere, Yakup ve şehit Abdurrahman beylerle beraber üç kardeştiler ve ihtida etmiş bir İngiliz ailesinin erkek çocukları idiler.

Yuvarlak meşin top, biz Galatasaraylı çocukların çok hoşumuza gitmişti. Bütün bir bahçeyi dolduran 300 çocuk nizamsız, kaidesiz bu topla oynuyordu. Bu bir futbol oyunu değil, hatta bir “rugby” maçı da değil, bir muharebe idi. El, ayak, kol, hülasa vücutlarımızın her tarafı ile oynuyorduk. Futbol muharebesi çabucak kırıcı tesirini göstermeye başladı; burunlar kanıyor, gözler şişiyor, bacaklar sakatlanıyor ve en mühimi mektebin camları kırılıyordu.

Mektep idaresi evvela bu yuvarlak meşin topu men etmeye (yasaklamaya) kalkıştı. Kırılan camlar aramızda para toplayıp yaptırılınca tekrar müsaade etti, mamafih mektep idaresi top oynanmasını, muhtelif sebeplerle ara sıra gene men ediyordu. Fakat bu memnuiyet (yasak) bizim ısrarımız karşısında iki, üç haftadan fazla sürmez, meşin top gene şangır şungur camları indirirdi. Biz, futbol âşıkları haftalıklarımızdan az mı cam parası verirdik?

Oyunlar yavaş yavaş muharebe şeklinden çıktı. Binnisbe (nispeten) bir intizama girer gibi oldu. Bahçedeki ağaçlardan karşılıklı iki tanesinin arasına kale yapardık. Fakat yalnız ayak ve kafa ile oynamayı kolay kolay kabul edemedik. Bir müddet sonra o esas da yerleşti. Hentbol yapmamaya da alıştık. Bazen beşer-altışar kişilik iki grupla, bazen de ellişer kişilik gruplarla oynuyorduk. Bunlardan biri kaleci olur, diğerleri karma karışık her şey olurlardı. Teneffüs zamanlarında dahi ders çalışanlar, koşmaktan, oynamaktan hoşlanmıyorlar bizim yuvarlak toptan fena halde şikπayetçi idiler. Bazen bir köşeye sıkışmış bir edebiyat meraklısı yaptığı şiirleri arkadaşına okurken: “Güm!” diye bir şut beyninde patlar, zavallının veznini, kafiyesini, bahrini hercümerc (karmakarışık) ederdi. Bazen bir riyaziyat (matematik) üstadı, bilmem hangi cebir muadelesini (denklemini) hallederken tepeden inen bir top bir müstakbel “Aynştayn”ın (Einstein’ın) kâğıdını, kalemini, en fenası zihnini altüst ederdi. Bazen kuvvetli bir kik (kick / şut) bahçedeki mubassırın (gözetmen) (1) belinin ortasına yapışır, bazen bir hücum anında, herhangi bir iş için bahçeye girmiş olan sermubassır (başgözetmen) kaba etine bir tekme yerdi. O zaman büyük meşin top taht-ı tevkife (el koymaya) alınır, biz de küçük tenis topu, yahut limon kabuğu ile oynar, bahçelerin kesme taş zemininde kunduralarımızı ve ayaklarımızı paralar dururduk.

O tarihlerde Mekteb-i Sultani-yi Şahane talebesi spor yapıyor diyemeyiz, fakat fazlaca jimnastik yapan ve bahçede koşup oynayan yegâne Türk mektebiydi. Diğer mekteplerde teneffüs zamanı bahçede yalnız ağır ağır gezmesine ve yavaş sesle konuşulmasına müsaade edilirdi. Bağırmak, sıçramak, atlamak, koşmak cezası ya avuçlarımızı, yahut tabanlarımızı yakan büyük bir cürüm teşkil ederdi. Her çocuğun sıhhati için lazım olan tabii (doğal) oyunları bile dayakla merhametsiz bir surette cezalandıran o cehennem gibi mekteplerin yanında Galatasaray çocuklar için bir cennetti. O vakit Mekteb-i Sultani-yi Şahane’de mubassırların ekserisi (çoğunluğu) Rumdu. 5-10 kelime Fransızca bildikleri için mektebe alınan bu Rumların bazıları iyi adamlar, bazıları da çok aksi, melun heriflerdi. Ve her mektebin aksine olarak mubassırlar talebeyi değil, güçlü kuvvetli talebe mubassırları döverlerdi. Ve pek nadir, müessif hadiseler müstesna olarak, talebeden dayak yiyen mubassırlar bu dayağa istihkak kesbederlerdi (layıklardı).

Futbola gelelim : Şimdi hatırlamadığım bir sebepten dolayı mektep idaresi yuvarlak topu gene men etti. Bu defa sermubassırın odasına hapsedilen topumuzu kurtarmak uzun müddet mümkün olamadı. Yeni aldığımız toplar da beş dakika oyundan sonra öteki arkadaşlarının yanına gitti. O zaman futbol âşıkları pazar günleri İstanbul’un muhtelif semtlerindeki çayırlarda top oynamaya karar verdik. Mekteb-i Sultani’nin tatil günleri cumartesi günü (öğleden sonra) 2.15’te başlar, pazar günleri gurupla beraber biterdi. (2) Tekrar Beyker (Baker) mağazasından bir top tedarik ederek her hafta başka bir çayıra gitmeye başladık. O tarihe kadar yalnız Moda’da oturan İngilizlerin bazı bazı oynadıkları futbol ilk defa olarak Galatasaray talebesi tarafından mektep bahçesi haricine de çıkarılmış oluyor, Türk futbolu doğuyordu. Dışarıdaki ilk oyunlardan da başka bir gün bahsederim.

Bizde futbol nasıl başladı? (II)

Ofsayt!.. Ofsayt!.. Bu da ne demek oluyordu? İlk futbolcularımız ofsaydı, pası, şutu ne vakit ve ne suretle öğrenmişlerdi?

İstanbul’un bütün çayırlarını dolaşmaya başladıktan sonra bir pazar günü de Yeşilköy’de, bilmem hangi çayırda iki takım teşkil edip oynamaya başladık. O zaman şu suretle oynardık: Mevcudumuz kaç kişi ise bunu müsavi adette (eşit sayıda) iki takıma ayırırdık. Bu suretle bazen beşer, bazen de on beşer kişilik takımlar teşekkül ederdi. Ceket ve paltolarımızı birer taş yığının üzerine koyarak iki kale yapardık. Bu kalelerin içine birer kaleci koyardık. Ondan sonra ne kadar oyuncu varsa müdafi (savunma), muavin (orta saha), muhacim (hücum / forvet) diye esaslı bir tasnife tabi tutmadan ortaya çıkardık. Müdafi oynayanın merkez muhacimle (santrforla) yan yana oynadığı her zaman görülen tabii hallerdendi. Ondan sonra topa elle dokunmamaktan başka futbolun hiçbir kaidesini bilmeden koşar, sıçrar, vurur ve çarpışır, dururduk. İşte Yeşilköy’de de o gün, böyle karşı karşıya kale kurmuş, kendi kendimize oynayıp duruyorduk ki bizden oldukça büyük iki delikanlı peyda oldu. Etrafımızı saran ve ne yaptığımızı şaşkın şaşkın seyreden tek tük meraklılar gibi onlar da bir müddet bizi seyrettikten sonra ceketlerini çıkardılar, pantolonlarının paçalarını sıvadılar ve bize beraber oynamayı teklif ettiler. O günkü takımlarımızın kaçar kişilik olduğunu pek hatırlayamıyorum. Yalnız hatırımda kalan bir şey varsa o da, bu iki delikanlının bizden biri kaleci, diğeri bek (stoper) olmak üzere yalnız iki kişi alarak dört kişilik bir takım teşkil ettikleri, bizim de, onların en az iki misli adette bir takımla karşı karşıya gayet mühim bir maç yaptığımızdır. Bu maça başlar başlamaz o iki yabancı delikanlı, bize hemen bir gol yapıverdiler. Arkasından bir daha. Bir daha… Dikkat ettik ki onlar bizim yaptığımız gibi topu ayaklarına alınca tek başlarına zorlu bir yarma yapıp kaleye kadar inmeye çalışmıyorlar, topu birbirlerine vererek tıkır tıkır kolayca ilerliyorlar. Ben o zaman, mektebin en meşhur 100 metrecilerinden biriydim. Süratimden istifade ederek bu adamlardan topu almak istiyor, fakat katiyen muvaffak olamıyordum. Çünkü ben, bu delikanlılardan birinin üstüne hücum etim mi o, topu arkadaşına veriyor, sonra ben, topu alana hücum edince, öteki koşuyor ve ileride tekrar topu alıyordu… Diğer arkadaşlarımı da bu suretle atlatarak sert bir vuruşla topu bizim kaleye tıkıyordu (gole çeviriyorlardı). Nihayet ilk defa gördüğümüz bu şuurlu paslaşmak usulünün kıymetini anlamakta gecikmedik, biz de aynı şeyi elimizden, daha doğrusu ayağımızdan geldiğince yapmaya başladık. Canla başla oynadığımız ve daha kalabalık olduğumuz için hemen onların kalesine iniyorduk. Kale önünde de böyle pas yapıp ta topu kaleye sokunca bu iki delikanlı hemen bağrışıyorlardı.
-Ofsayt!
Ve yaptığımız golü saymıyorlardı. Bu ofsayt feryadı da ne demek oluyordu? Nihayet dayanamadık:
-Yok, artık fazla oluyorsunuz, dedik! Bu ofsayt da ne demek? Mızıkçılık ediyorsunuz!
Bunun üzerine oyunu tatil ettik. İki arkadaş, yarı Fransızca, yarı İngilizce, yarı Türkçe bize ofsaytın ne olduğunu anlattılar. Bu kaideden ilk defa haberdar oluyorduk. Onlar, futbol âleminde, bugünkü seyircilerin birçoğundan daha fazla cahil olduğumuzu görünce bize bir hayli şey anlattılar ve öğrettiler. Nihayet, bu iki delikanlının, Kadıköy Futbol Kulübü’nden İngiliz Mister Horest (Horace Armitage) ile Rum Vasilyadis (Yani Vasiliadis) Efendi olduklarını öğrendik.

Onların bize nazaran Aynştayn kadar yüksek birer futbol âlimi ve mütefennini (bilim insanı) olduklarını anladıktan sonra, futbola dair bir sürü sualler sorduk. Futbol kavaidinden (kurallarından) bahis kitapların isimlerini ve nereden tedarik-i kabil olduğunu (edinileceğini) öğrendik. İşte Horest ve Vasilyadis’le temas tarihinden sonradır ki hakiki futbolun ne olduğunu anlamak ve öğrenmek imkânını elde etmiştik. Bu tesadüf olmasaydı, belki biz daha senelerce ne “pas”tan, ne “şut”tan, ne de “ofsayt”tan haberdar olacak ve kör döğüşü yapar gibi “vur ha vur!” futbol oynamakta devam edecektik. İlk ciddice maçlarımızı da ayrı bir yazımda hikâye ederim.

Bizde futbol nasıl başladı? (III)

1313 senesinde İstanbul’da ilk defa olarak bir futbol maçı yapılıyordu. İlk futbol oynayan Türk, Fenerbahçeli Fuat Bey’dir. (3)

Horest ve Vasilyadis ile vuku bulan bu temas, bizim için faydalı oldu. Paris’ten, Londra’dan futbol kitapları getirttik. Bu kitaplar umumi futbol kavaidinden ibaretti. Futbolcu yetiştirmek için, nasıl çalışmak lazım geldiğini izah ve oyun tarzını tarif edenleri yoktu. Artık, mektepte dersleri bir tarafa bırakmıştık. Futbol nazariyat (teorisi) ve kavaidini tercüme ve öğrenmek için kafa patlatıyorduk.

Nazariyat kısmında en çok çalışanlar Ali Sami (Yen), Emin Bülent (Serdaroğlu) ile ben idim. Kendimize bir forma yaptırmayı düşündük ve kırmızı astardan, yakaları beyaz birer forma diktirmeye karar verdik. Bu formaları Ali Sami Bey’in hemşireleri hanımefendilerle Mahir Bey’in (Ali Sami Yen’in akrabası Mahir Safi) refikası Cemile Hanımefendi büyük bir gayretle dikmişlerdi. Kumaşları Sultanhamamı’nda aldığımız Ermeni bir manifaturacı, aynı şekilde kırmızı gömlekler dikeceğimizi sözlerimizden anlayınca şüphelenmiş, bize meraklı meraklı bu gömlekleri ne yapacağımızı sormuştu. Dükkâncıya top oynayacağımızı anlattık, herifçeğiz: -Kırmızı gömlek! top!... Çocuklar gözünüzü açın, başınız belaya girer! dedi.

Galiba, kırmızı gömleklerin kumaşını verdiği için, kendi başının da belaya gireceğinden korkuyordu. (4) Horest ile Vasilyadis’ten futbolun kendine mahsus potinleri olduğunu da öğrenmiş, onların delaletiyle (kılavuzluğunda) İngiltere’ye futbol ayakkabıları ısmarlamıştık. Bu esnada biz, çayır çayır dolaşıyor ve aramızda ikişer takım teşkil edip sözde maçlar yapıyorduk.

Galatasaray kulübünün tarihçesinden aldığım malumata göre, Türkiye’de futbolun temelini kuran zat, “Mister Ceyms Lafonten”dir (James Lafontaine). Mister Ceyms Lafonten’in bizzat verdiği izahat ve tafsilata nazaran “asoseyşın” (association) (5) denilen ve yalnız ayakla oynanan yuvarlak top İstanbul’a evvela 1313’te (Miladı 1897) İstanbul’daki İngilizlerle İngiliz sefaret maiyet gemilerinin mürettebatı arasında Moda Burnu’ndaki çayırda oynanmıştır. Ondan evvel İstanbul’daki İngilizler ragbi (rugby) oynarlarmış.

Mister Lafonten Kadıköy Kulübü’nü 1317’de (1901) teşkil etmiştir. Bu kulübe Türk bahriye zabitlerinden (deniz subayı) Fuat Bey de (Kayacan) girmiştir. Mevcut malumata nazaran, İstanbul’da ilk futbol oynayan Türk, Fuat Bey’dir. Binaenaleyh Fuat Bey Türk futbolcularının piri addolunur. 1319’da (1903) Kadıköy Kulübü’nden ayrılan bazı İngilizler Moda Kulübü’nü teşkil ve tesis etmişlerdir. 1320’de (1904) yalnız Rumlardan müteşekkil Elpis Kulübü meydana çıkmıştır.

İstanbul Futbol Ligi Mister Ceymis Lafonten tarafından (13)21-1320’de (1904-1905) teşkil olunmuş, lige, Kadıköy, Moda, İmojen (Imogen), Elpis takımları girmiştir. İmojen İngiliz sefaret maiyetine memur, İmojen isimli küçük bir yatın takımıydı. İstanbul Ligi için Mister Lafonten İngiltere’den bir de şilt getirtmiştir. 1321’de (1905) ilk Türk takımı olarak Galatasaray ortaya çıktı ve bir sene sonra da (1906-1907 sezonu) lig maçlarına iştirak etti.

Galatasaray Kulübü’nün tarihçesinde mukayyet bulunan (kayıtlı bulunan) ilk futbol maçı o tarihte For (Faure) mektebi namıyla mevcut hususi bir Fransız mektebinin takımıyla yaptığımız maçtır. (13)22-1321 (1905-1906) futbol mevsiminde oynanan bu maçta takımın sağ açığı ben idim. 2-0 galip geldik, aynı sene zarfında Sobacılar Kulübü diye bir kulüple yaptığımız maçı da 3-0 kazandık. Bu küçük takımlardan sonra o zaman İstanbul’un cidden kuvvetli ve usta takımı olan Kadıköy takımıyla yaptığımız ilk maçta yaman bir hezimete uğradık. 11-0 mağlup olduk. Bu sırada Fuat Bey de Galatasaray Kulübü’ne intisap etmişti. (6) Fuat Bey’i gerek Kadıköy, gerek Galatasaray takımında oynarken, “Bahriye kanunları” denilen inzibati askeri memurları gelir, bazen takımdan çıkararak alır götürürlerdi. Sultan Hamit ve hükümeti İngilizlere söz geçiremiyorlar, fakat Türklere de futbol oynatmıyorlardı.

Fuat Bey her fırsat buldukça “Bobi” adıyla maça girerdi. Galatasaray ilk mühim muzafferiyetini (13)23-1322 (1906-1907) mevsiminde İmojen takımını 2-6 yenerek kazandık. O tarihteki İngiliz takımları ekseriyetle kısa boylu, seri şutlarıyla kuvvetli oyunculardan mürekkep olurdu. Kalecileri daima harikulade mahir ve çevik insanlardı. Bunların içinde sivri sakallı bir bahriye çavuşu kaleci vardı, ki pek yaman bir şeydi. Galatasaray (13)24-1323 (1907-1908) mevsiminde 4-1 Moda’yı mağlup etti. (7)

Kadıköy Kulübü İngiliz-Rum takımıydı, buna mukabil Moda sade İngilizlerden mürekkepti. Mister Ceymis Lafonten, Kadıköy’de evvela Vasilyadis’le ve bir müddet sonra “Tahta Perde” (Aleko Kaliya) denilen bir Rumla beraber bek oynadı. Tahta Perde son zamanlara kadar Kadıköy’de lotaryacılıkla geçinirdi. Hemen hemen geçilmez bir bek olduğu için “Tahta Perde” denilmişti. Moda’nın kalecisi bir Ermeni idi ve pek iyi oynamazdı. Bizim kalecimiz zamanın en meşhur kalecisi olan Ahmet Robenson Bey’di.

(13)24-1323 (1907-1908) mevsiminde “Büyükdere” çayırında “Büyükdere” isminde bir Rum takımıyla oynadık. Bu maçta ben yine sağ açıktım. 3-0 galip geldik. Artık Galatasaray takımı futbolu öğrenmişti. Tekniğimiz zayıf, fakat nefesimiz bol, bacaklarımız kuvvetli, omuzlarımız sağlam, azm-ü imanımız (azim ve imanımız) yüksekti.

Kaynak: Türkspor dergisi


(1) Cumhuriyet dönemine kadar sınıftaki dersler dışında teneffüslerde, yemeklerde, etütlerde ve yatakhanelerde disiplinden sorumlu olan zümre öğretmenler değil, Fransızca “maitre” denilen mubassırlardı.
(2) Bu yatılı öğrenciler için geçerliydi. Gündüzlü öğrenciler pazartesi sabahları gelirlerdi.
(3) Abidin Daver bu yazıyı yazdığında ilk Türk futbolcusu kabul edilen Fuat Bey (Karacan) Fenerbahçe Spor Kulübü üyesiydi. Eskiden Galatasaray’da oynayan Fuat Kayacan Galatasaray Spor Kulübü’nün 29 numaralı üyesiydi. Kayacan 1951 yılında yeniden Galatasaray Spor Kulübü’ne döndü ve 29 numaralı üyeliğini yeniden kazandı. Ayrıca Daver yazıyı yazarken Black Stocking’in bu maçı Rumi 1313’te, yani Miladi 1897 yılında oynadığı düşünülüyordu. Ancak bu maç 1901 yılında oynandı.
(4)Galatasaray’ın ilk forması Abidin Daver’in burada anlattığı formadır; gövde kırmızı, yaka beyaz. Mekteb-i Sultani’nin meşhur beden eğitimi öğretmeni Ali Faik Bey (Üstünidman) nezaretinde padişah huzurunda jimnastik yapan mektep öğrencisi de, üzerinde beyaz ay-yıldızın bulunduğu kırmızı bir forma giyiyordu. Galatasaray’ın ilk forması muhtemelen mektepli jimnastikçilerin bu kıyafetinden esinlenerek yapılmıştı.
(5)Buradaki asoseyşın-association, İngiltere Futbol Federasyonu Football Assciation’ın koyduğu kurallarla oynanan bugünkü futbolu ifade ediyor.
(6) Fuat Kayacan 1908-1909 sezonunda Galatasaray’a katıldı. 1906-1907 sezonunda katılması gündeme gelmiş olsa da Horace Armitage’la beraber Kadıköy Futbol Kulübü’nden Moda Futbol Kulübü’ne geçti.
(7)Abidin Daver bu bilgileri o sırada başkanı olduğu Galatasaray Spor Kulübü müzesinden temin etmiş. Ancak bu bilgilerin bazıları yanlıştır.

Sitedeki imzalı yazılar yazarlarının sorumluluğundadır.

Önceki Gönderi Sonraki Gönderi