Ben, sene bin dokuz yüzde Galatasaray’a girdiğimde orada top vardı. Benden önce mektebe girmiş olanların gününde de, mesela, Asım Tevfik Sonumut’un bir yazısında okuduğuma göre 1899’da da varmış. Kim bilir, belki daha önceleri bile varmıştır; Ali Sami Yen’in, Galatasaray’a topu, Bedri, (eski müdür muavini ve sonra da bir ara müdürlük eden, Galatasaray’ın jimnastik aslarından Bedri bey) frerler mektebinden getirdi diye yazmış olmasına bakılırsa…

Fakat 1900’de gördüğüm top, oynanır mı, sürülür mü, güdülür mü idi, ve kimler tarafından? İşte bunun burasını kesin söylemek güçtür!.. Diyelim ki, her ayağına gelen tarafından…Top, çayır gibi, herkesindi. Orda, Galatasaray bahçesindeki her öğrenci sırasına ve yerine göre dalaşır, oyalanır, hırçınlaşır, güreşir, tokalaşır, tekmeleşir, barışır, canciğer olurdu!..

Evet, top vardı, hem her türlüsü : Bildiğimiz bayağı lastik toptan başlardı; üstü sımsıkı beyaz bez sarılı, taş gibi sert tenis topundan aşardı; büyük meşin topta kemalini bulurdu…Bahçenin göğünde en üstün yeri bir güneş gibi kaplayan büyük meşin topun etrafında öteki küçük toplar seyyareler gibi dolaşırlar; ara sıra bahçeden bahçeye seğirtip mahrek değiştirirler; sonra o şahaplıklarından vazgeçip gene kendi burçlarına dönerlerdi. Böylece Galatasaray’da toplar, teneffüs zamanlarının, denebilir ki bir nevi “Güneş sistemi” idiler.

Hele ortadaki güneş top!.. Oynayanlara kanatlanma hevesi verirdi; oynamayanlara -tabir tam yerindedir- baş belası kesilirdi!.. Gerçi, kişinin yolunu bağlardı; fakat yığının canlılığını sağlardı!..

Mektebin ve memleketin o günki şartları içinde top oyununun zamanı azdı, mekanı dar…

Zamanı azdı; çünki cuma namazı yüz suyu hürmetine birer saat süren cuma öğlelerinin teneffüsleri bir yana konursa, öteki en uzun teneffüslerin boyları yarımşar saatti…Düşününüz ki bu kadarcık zaman bir haftaymlık bir süre bile sağlamaz. Zaten, içimizde, o zamanlar haftaymın ne demeğe geldiğini bilene de raslamış değilim!..

Mekanı dardı; çünki “kur”lar, “kare”den başlar “dikdörtgen”e giderdi…Lakin en uzununun boyu bir futbolluk yerin yarısını bulmazdı! Fakat asıl ölçü nedir,galiba onu bilen de pek yoktu!.. Eldeki “kur”u ikiye bölersin; ne çıkarsa işte o!..Bir de preoları hesaba katarsanız oyun alanı daha küçülür!

Preo’lar

Zira, her bir kurun yanıbaşında “preau” dediğimiz birer dam altı vardı: diyelim ki yağmurdan , kardan ve rüzgarlardan korunmak için birer sundurma!.. şimdi yerlerinde yeller eser preolar ki en yararlı hizmetleri Galatasaray Lisesi yandığı yıl birkaç ay bizlere sınıflık etmeleri olmuştur…

“Preau”lar, kışları birer limonluk gibi idiler. Bahçeler daralırdı; onlar dahulasalaşırdı…O zaman, her preau adeta, kalabalık bir korsoya veya borsa meydanına dönerdi: Gezintiler, ufak tefek oyunlar, ötekine berikine çarpa çarpa koşuşmalar, küçük bir meydanlık yapıp tura oynamalar hep o arı kovanı, içi uğultulu, dar ve uzun yerlerde toplanırdı…

O dam altlarının en dip köşelerinde güzel san’atlar, güzel san’atlardan da en ziyade tiyatro gelişirdi: Orta oyunundan, pandomimasından, kantosu ve düettosu eksik komediyasına, dramına kadar!.. Komedyasında: “Aşıklardan” dramında: “Orfana Köprüsü Cinayeti”ne; hatta, kötü ve silik bir kopya haline gelmiş: “La dame aux Camelias”ına kadar!..

Bu tiyatronun seyircisi çoktu; perdesi, dekoru yoktu!.. Kaması, hançer biçimi yontularak ucu sivriltilmiş, üstü de çikolata yaldızı ile kaplanılıp çelikleştirilmiş tahta cetvelden yapma; şapkası, elvan kağıt kaplı mukavvadan uydurma; frakı, mektep setresinden bozma gardrobu vardı!.. O zaman bizim kurunkiler, yani üçüncü kurunkiler, örneklerini Galata şanoları ile Şehzadebaşı’ndaki, Kuşdili’ndeki, Zambaoğlu bahçesindeki Hasan’dan, Hamdi’den, Manakyan’dan alırlardı. Büyük kurunkiler ise Beyoğlu Halep Çarşısı’na uğrayan Frenk truplarından!.. Bizim sınıftaki Şadi (Bican)ın, büyük kurdaki Burhanettin Tepsi’nin ilk şanoları Galatasaray’ın bu preolarıdır dense yanlış olmaz…

İlkbaharla birlikte teneffüshane hayatı genişler, gene bahçeye dönerdi: tıpkı fizikteki maddelerin soğukta kısılıp sıcakta açılması gibi…Ben o preolara giriş zamanını dışarının sonbaharında sayfiyelerden şehirdeki konaklara dönüşlere; ve preolardan çıkışları, dışarının ilkbaharında kışlık konaklardan yalılara ve köşklere yayılışlara benzetirdim…Birinin, yaprak dökümleri ve ıslak rüzgarları ile öyle hüzünlendirici; öbürünün körpe yeşilliklerle donanmış, kırlangıç çığlıkları ile şenlenmiş öyle neşelendirici tesiri vardı…Biri, tatilin artık bittiğini bildirirdi; öbürü, imtihan korkusuna rağmen, yakında gene başlayacağını müjdelerdi…

Bahar gelince, preoların kışlık kapakları birer dükkan kepengi gibi açılır, kaldırılır götürülürdü: O zaman hareket bahçeye taşar, güneşe kavuşurdu. Artık, kışın bahçenin soğuğundan kaçanlar preonun kuytuluğuna sığınıp rahatladıkları gibi yazın da bahçedeki güneşten bunalanlar, preonun ferahlatıcı serinliğinde barınırlardı.

Bununla beraber preoların içi, baharları tabii tenhalaşırdı. O zaman ilim o kenara çekilirdi; ilim, başı dinç sohbet, bir de dama ve üç taş!.. Ani nisan sağanakları bastırmazsa preoların altı, artık bütün mevsim boyunca, bir “Agora”nın tenha saatlerinde diyaloglarına dalan filozoflarla aritmetikçilerin “peripati” alanı olurdu.

Bahçede ise bilyanın kulesinden, çukurundan başlayın da, “birdirbir”e, “uzun eşek”e, “tura”ya, “hamam pişti”ye kadar çıkın!.. Çıkın, çıkın!..” Tulumba kaldırma”ya, nara atma”ya kadar çıkın!.. Sonra, koşmak, atlamak! Hem her türlüsü: Uzun atlamak, tek adım atlamak, üç adım atlamak, ip atlamak; biraz da parmaklıktan atlamak; e canım biraz da dersten; hatta arada bir mektepten atlamak!..

Fakat bütün bu oyunlar, ve hatta -“esir almaca” müstesna-, “tulumba kaldırma” sporu bile daha çok, yanları arar ve ne de olsa feri sayılırdı… Ortanın, yığının baş oyunu toptu, top!..

Ortanın malı olan top, -yukarıda da dediğim gibi- oynayanlara gerçi kanatlanma hevesi verirdi; fakat oynamayanlara da baş belası kesilirdi… Çünki bahçede kitabını açıp bilgisini artırmak için, Aristo’nun Atina’daki meşhur lisesinde gezine gezine felsefe geliştiren “Peripatetisyen”ler misillu okuyacak allamelere; kafadarı ile, veya kafadarları ile baş başa sohbet edecek kalem ve kelam erbabına rahat yüzü göstermezdi…Bu bir kusurdu!..

Bahçenin orta yerinde iki taraf olup “Esir almaca” oynayacak koşucularla çatışması; o da başka!.. Üstelik, hele yağmur sonları teneffüslerinde sallapati bir kayganlıkla preonun, haydi diyelim ki o bir şey değil;- fakat asıl mektebin alt kat duvarlarını, pul battal eden posta damgaları gibi benek benek ederdi…Kurun önünde orta yeri koyu neftiye boyanmış bir köpek barakası küçüklüğündeki kapalı kutunun üstünden gözüken çarklara, açık pergel bacakları gibi tutturulmuş iki tahta kolun orta yerine koşulu bir zavallı beygirin, -yönünü bilmediği bir bitmez tükenmez yola özü bağlı düşmüş bir kendi halinde derviş meşrep yolcu gibi, görene üzüntü verir bir baş eğmiş gidişle kuyudan yatakhanelere su çeke çeke çile doldurup ömür tüketen beygirin- bir tarafına ikide bir vurdukça, biçareyi ansızın gülle yemiş gibi ürküterek yürek çarpıntıları ile hoplattığı ve boşluğa çifteler atmaya kadar götürdüğü de olurdu…Bu da bir kusurdu!..

O kadarla kalsa gene neyse ne!.. Fakat, ayak bu; ara sıra sürçüp ikinci kattaki sınıfların, etüdlerin camını, çerçevesini indirdiği de olurdu!.. Ve en kötüsü, hele üçüncü kurda, gene hep ayaktan kayıp ya muhasebenin, veya büsbütün kazara, doğrudan doğruya Abdurrahman Şeref beyin odasının camını şangırdattığı bile olmuştur!..

İşte o zaman dehşet! Bahçedeki allame gibi orta kattaki idare de, kurun aşırı bağırma, çağırmalarından; en çoğu da bu şangırtılardan “El’aman” çektiği için top, bir epeyce gün yasak edilir, vücudu ortadan kalkardı!.. Fakat yukarı kattaki öfkelerin yatışıp hatıraların unutulması ile bahçedeki özleyişlerin artması çatışınca savsaklayıcı emir, hızlanan hevese yenilir; günün birinde koca top, bulutlu, kurşuni bir kış mevsiminden sonra güzel yüzünü bir kenardan baharın ilk güneşi gibi gene göstermeğe başlardı!.. Gene o sabah, öğle, ikindi sonu, üç büyük “Rekreasyon”unda her önüne gelenin, her pazısına ve bacağına güvenenin pir aşkına bir vurup gücünün yettiğince havaya atacağı; veya duvarlarda şaklatıp hızla gene kendi ayağına döndürteceği bir küre olurdu!.. Bir küre ki yüz katı meşin; hava dolu lastiği, içinde saklı!.. Ve rahmetli Tahsin Nahit gibi, ancak, bisiklet meraklılarında bulunup velosipet pnölerini şişirmeğe yarar pompa elde edilemediği zaman bütün kurdaki iki üç sınıfın top meraklılarının ortaklama nefesi ile zar zor şişirilir bir kocaman nesne idi! Nesne değil, yanlış söylemeyim, emellerimizin göğe ağan güneşi!..

O top yıpranıp dış yüzünde sağından solundan patlak vermeye , -yani içinden küçüklü büyüklü urlar peydah edip bu urlar, meşinin dışarısına da şişkinlikleri vurmaya- başladığı zaman onu, yaralanmış bir sevgili gibi, üstüne titreye titreye, sarıp sarmalamak, yaralarını gücü gücüne içeri tıkıştırarak üzerlerini, iğretiden, derilerle, gönderilerle kaplamak merhalesi gelmiş çatmış; yani kaygular, tedaviler, himmetler devri baş göstemiş olurdu… İlaçlar meydana çıkardı: Mesela lastik yarası kapatmak için solüsyonlar!.. Solüsyon ve pompa, hususi bir futbol dilinin o vakitler öğrenmiş olduğumuz ilk terimlerindendir!..

O zaman, cebinde sicim, elinde çuvaldız bulunan arkadaşlar, sıkılıp atılmış limon kabuğuna benzeyen köhne meşin kabın şurasında burasında yamacılığa koyulurlardı!..

Bu tedaviler de yemiş vermezse, mektebin büyük kuruna bakan bir hapishane penceresi gibi parmaklıkla örülü ve aydınlığını sırf o tek oyuktan alır ayakkabı boyama odasında yamru yumru eski yemek sahanlarının içlerine doldurulma kötü kokulu boyaların -kılları dökülmüş ve kendileri takunyalara dönmüş fırçalarla iskarpinlere sürülür ; yarı çamaşır eskisi bezler, yarı da cımbızcımbız tükürmelerler cilalandırılır, parlatılır, koyu katran rengi boyaların -ağırlaştırdığı havanın loşluğu içinde, ta Rembrandt veya Tenye zamanından kalma bir model tipi sanılacak o zayıf yüzlü; o pos bıyıkları yaşlılıktan ağarmış ve çok sigara içmekten koskoyu sararmış Rum ayakkabı tamircisine koşulurdu. Eline yirmi para-kırk para sıkıştırılır, üstelik yalvarıla yakarıla gönlü edilir; olabildiği kadar işe yarar birtakım yamalar yaptırılırdı…

Bunlar da kar etmeyip koca top artık bütün hidrojeni tükenerek pörsümüş, veya köhne kabına artık sığamayarak son patlağını da verip bin parça olmuş bir Mongolfiye balonuna dönünce zengin arkadaşlardan; top meraklılarına mürüvvet gösteren zadegan öğrencilerden; nihayet “kur”un “demos”u sayılacak tüm yığınından onar, yirmişer para toplanarak bir altını bulmaya doğru elde kağıt kalem ferd ferd dolaşıla dolaşıla bir yeni top böyle imecelerle, ianelerle, teberrularla mektebe sokulurdu. Kurdan içeri girince de yolcu karşılanır, hasretli kucaklama gibi bütün yükselme emellerinin gayesine ulaşılmış gibi önce elden ele gezdirilir; misk gibi taze meşin kokuları imrenile imrenile burunlara yaklaştırılır; ilk günki oyunlardan sonra onun bedenine sürülecek, onun yüzünü cilalayacak o badem ve katran karışık kokulu gibi kremi beğenilerek koklanır bir kutlu varlıktı!.. O, işte bu gibi törenlerle el üstünde tutularak önce herkesin ziyaret gözüne sunulur; sonra ayağına ikram edilirdi!.. O zaman, para verenlerin, vermeyenlerin hepsi ona saldırırdı!.. Ona ve birbirlerine!.. Çünki, ona : “önce sen vuracaksın, yok ben vuracağım” diye arada topu unutup birbirinin yüzüne gözüne yumruk indiren, hatta arada sırada da bir avurdu, -eskimiş topun içi gibi- yüzden dışarı taşıracak kadar şişkinleştiren pataklaşmalar görmüşümdür!..

Bir yeni top, -bir eskisi de aşağı yukarı idi ya,- kurun helecanını işte böyle ayaklandırır; imrenmesini böyle göklere çıkarır; yarışmasını böyle tokat tekme kızıştırır; tepkilerini koca müdür Abdurrahman Şeref beyin makam odasının camlarını kıracak kadar rahat kaçıracak raddeye vardırır; “privé”ler, “sans exemption privé”ler aldırır; fakat cazibesinenbir türlü kurtulunamaz bir tatlı afet olurdu! Bunu, değil kıranta saçlı sakallı sayın müdürün; değil süt beyaz sakallı ve küçück miyop yeşil gözlü, -yazıhanesi hemen hemen boyu yüksekliğinde olup onun başında daima ayakta çalışır- Fransız ikinci müdür Mösyö d’Hallys’in emirleri, “Zat-ı Hazret-i Şehriyari”nin “irade-i senniye”si bile durduramazdı!.. Nice ve nice yasak buyrukları”sadır”, “nazil” oldu da bunlar, içten gelen sevginin önüne bir türlü geçemedi!..

Lisenin kur’unda ölçüsüz, bilgisiz, nizamsız ve idaresiz başlayan, bu göğe top atma hevesi mektebin boyu ile zıt, koşa koşa biraz biraz yatışmaya, tertibe girmeğe, artık ikinci katın açık pencerelerinden içeri yatakhanelere girmemeğe başladı!.. Demek ki uslulaşma değil de ustalaşma başlamıştı!.. Ve giydiğimiz ayakkabılara benzemeyen, -pençeleri yuvarlak yuvarlak, adeta kalkan balığı çivileri gibi yüksek düğmeli; burunları buldog başları gibi yassı, inatçı ve katı; renkleri tirşeye çalar -birtakım acayip yüzlü ayakkabılar kurun kumlarında yuvarlacık yuvarlacık damgalarını çoğaltmaya başladılar! Bizim üçüncü kurda bile tek tük belirir oldular! O zamana dek bilinmedik bir moda, gözleri ve gönülleri iştahlandırarak işte böyle türemeye ve usul usul yayılmaya başladı!..

O türlü ayakkabılar, işitiyorduk ki yalnız bu top oyunu içindir! Bu oyunun asıl adı futboldur; ve futbol ayakkabıları yalnız İngiltere’den gelir; İstanbul’da yalnız Beyoğlu’ndaki ve Yüksekkaldırım’daki Beker ve Hayden mağazalarında, bir de Galata’da Voyvoda Caddesi’ndeki İngiliz Kooperatifi’nde, seksener kuruşa satılır!.. Seksen kuruş!.. O zamanın birer mecidiyesi olan haftalıklarımızdan ayırıp verirsek bütün öteki hesaplarımızı alt üst edecek bir ağır masraftı. O ayakkabılara ayaklarımızı değil, ellerimizi uzatmaya cesaret edemiyorduk! Ayak ölçüleri ve numaraları birbirine uyan sekiz, on arkadaş bir araya gelerek bir grup için imece ile ayakkabı satın almayı tasarlamaya kalkışanlarımız olduğunu hatırlarım!..

Hem bu türlü ayakkabılar bizim üçüncü kurdakilere ne lazımdı? Topun alası asıl birinci kurda oynanıyordu!..

Galatasaray ve Futbol – Hatıralar, 1957
Kaynak: Ruşen Eşref Ünaydın'ın Galatasaray ve Futbol kitabından Turgut Çeviker'in Türk Edebiyatında Futbol kitabına aktarılan bölüm aynen alınmıştır.

Sitedeki imzalı yazılar yazarlarının sorumluluğundadır.

Önceki Gönderi Sonraki Gönderi