Biliyorsunuz, Rus muharebesini kaybetmiş, Alasonya kıtasının birçok yerini; bu arada Yenişehir’i Yunanlılara vermek mecburiyetiyle karşılaşmıştık. Memlekette kalmak istemeyenler, bir ay içinde göç etmek zorunda idiler. Bu hal, babamın ölümünden sonra başımıza çöken ikinci felaket oldu. Her şeyimizi yok pahasına sattık. Arabalarla Golos Limanı’na geldik. Oradan da vapura binerek İstanbul yolunu tuttuk.

Üsküdar’da, Kefçedede Mahallesi’nde üç odalı bir ev kiraladık. Burası, Yenişehir’de oturduğumuz konağın yanında neredeyse tavuk kümesi gibi idi! Babamdan anneme altmış üç, bize de yüz kuruş aylık bağlanmıştı! Bereket versin, dayım yardım ediyordu. Fakat altı ay sonra onu da Yemen’e yolladılar. Meğer Serasker Paşa’nın gazabına uğramış, oraya sürgün gitmiş! Artık sefalet yakamıza yapıştı. Aylıklar çıkmıyordu. Annem elinde avucunda ne kaldı ise onları satarak bizi beslemeye uğraşıyordu. Küçük ablam İsmet, verem olmuştu. Zavallıyı bir sene sonra toprağa vermiştik…Durumumuzun çaresizliği yüzünden, annem bir Singer makinesi alarak ilk dikişi dikmeye başladı!

Kadıncağızın en büyük kaygısı benim tahsilimdi. Oylar, iki noktada toplanıyordu. Ya Galatasaray, ya Darüşşafaka. Annem Galatasaray’ı tercih etti. O tarihte yıllık okuma ücreti 45 altın, yetim çocuklar için 15 altın idi.

Bir sabah bana kollarında Albay alametleri olan elbisemi giydirdiler. Karaköy’den tünele binerek Beyoğlu’na çıktık. Mektebe kadar yürüdük. Zira, daha Beyoğlu tramvay şebekesi henüz yapılmamıştı. Annem, Müdür Bey’e vaziyetimizi kısaca anlatarak, “Kocamın sağlığında bana hediye ettiği elmasları Bedestan’da sattırdım. Yüz yirmi altın tuttu. Bu para aile çocuğumu okutmak istiyorum. İşte param, işte oğlum. Üst tarafı ize ait beyefendi…” dedi ve gözyaşlarını da tutamadı. Müdür Bey terbiyeli bir adam imiş. Annemin haline acıdı. Beni alacağını, parayı bankaya yatırarak her yıl on beş lirasını getirmesini söyledi ve : “Doğruca muhasebeciye gidiniz” dedi. Burada kaydım yapıldıktan sonra ters bakışlı, kırmızı suratlı ve sakallı bir İtalyan olan Ser Mubassır’a yollandık. O : “Hanum, bu küçük çocuk kurmetr’le (Cours-maitre) götür!” dedi. Annem, Ser Mubassır’ın ne demek istediğini anlamadı. Kur neresi?. Bunları soracak oldu. Adam hiddetlendi : “Git sor dışarıda. Küçük kur!”

Parmaklıklı kapının önünde duran Rum Mubassır’a kağıdımı verdi. O da kendi şivesi ile, “Çocuk kalacak borda! Sen Cumartesi gelecek, onu eve getirecek. Pazar yine getirecek!” sözlerini söyledi. Sonra bana dönerek “hey binbaşı, senin numara 412, unutma! Haydi şimdi koş küçük kurda!” dedi.

Bu arada bazı çocuklar parmaklığın kenarına birikmişler, üniformamı süzüyorlardı. Annem dua ve nasihat etti. Elini öptüm, ayrıldık. Kadıncağızın, uslu oturuşum hakkındaki nasihatı yerinde idi. Zira, mahallede yapmadığım kalmıyordu. Komşunun tavuklarını kovalıyor, imamın çocuğunu pataklıyor, ekmekçinin beygirini taşlıyordum!

Bahçeye daldım. Burası, tam aradığım yerdi. Ağıla salınmış koyun gibi sürüye katılacaktım! Lakin bazı çocukların acayip acayip bakışmaları canımı sıkmıştı. Bu yüzden bir kenara indim, zıp zıp oynayanları seyre daldım. Çok geçmeden etrafımı sardılar. Birbirlerine beni göstererek fısıldaştılar. Sona, hep bir ağızdan haykırmaya başladılar : “Binbaşı binek taşı! Binbaşı! Hah, hah, hah!” Sesler gittikçe yükseliyor ve bu nakaratla el çırpılarak tutulan tempo da karışıyordu. Evvela alıklaştım, sonra ağlamaya başladım. Rum Mubassır imdadıma yetişti. Çocukları dağıttı. Bana döndü :

“Çok ayıp! Binbaşı hiç ağlar?”

“!”

“Senin adı ne?”

“Selim Sırrı”

“Selim Sivri ha!”

Bundan sonra, Rum Mubassırımız, beni daima “412 Selim Sivri!” diye çağırdı. Bir ay içinde hem sivriliğe hem de arkadaşlarıma alıştım.

Galatasaray’a yazıldığımın üçüncü gün idi. Bir sabah erkenden bizi ikişer ikişer etüd odasının önüne dizdiler. Üstü kapalı bir yere götürdüler. Kırk kadar çocuk, bu sundurmanın içine girince şaşa kalmıştık: Tavandan sarkan iplerin ucunda salıncaklar, halkalar vardı. O zamana kadar görmediğim, bilmediğim aletler duvarları süslüyordu. Bir yanda da, kumların üstünde kocaman gülleler sıralanmıştı! Bir kenara dizilip durduk. Az sonra, başı açık, saçları itina ile taranmış, beyaz keten pantolonlu, lacivert ceketli, yirmi beş yaşlarında sarışın bir delikanlı yanımıza geldi. Bu Faik Bey idi. Geniş omuzları, iri pazuları vardı. Yüzü sevimli idi, çok tatlı konuşuyordu. Sordu :“Nerede olduğunuzu biliyor musunuz, çocuklar?” Hiçbirimiz cevap veremedik. Böyle acayip bir yere ilk defa geliyorduk! Faik Bey anlatmaya başladı :

“Burası jimnastikhanedir! Şu iplere sırıkla tırmanacaksınız! Koşarak, sıçrayacaksınız. Uğraşa uğraşa benim gibi kuvvetli olacaksınız! Şöyle etrafımda bir halka çevirin bakayım”. Kendisi bir anda ceketini sırtından attı. Kolsuz fanilasından iri pazuları meydana çıktı. “Geliniz, kolumu tutunuz!” dedi. Kimse muallimin şişkin pazusunu yakalamaya cesaret edemedi. Ben arkadaşlarımın yanından ayrıldım. Faik Bey’in koluna elimi dokundurdum. Taş gibi sertti! Jimnastik hocamız, iplerden birine tırmandı. Yüksekte asılı olan salıncağa oturdu, sallandı, sallandı… Birden bire vücudu arkaya attı, bacaklarından tepesi aşağı sarktı. Yüreğimiz ağzımıza gelmişti! Kocaman gülleleri havaya kaldırdı. Bize o gün hem jimnastiği, hem kendini sevdirdi.

Faik Bey, mektebe kendi evi gibi bağlı idi. Çocuğu olmadığı için her talebeye bir öz baba muamelesi yapardı. O Galatasaray’da yalnız jimnastik hocası değildi, her şeydi. Mektebin her işi omu ilgilendirirdi. Mükafat dağıtımı töreninde sınıf birincilerini onun gür sesi ilan eder, mektep gezintilerini o idare eder, müsamerelerde daima o nutuk söylerdi. Bir tarihte mektep yandığı zaman bu koca adam hüngür hüngür ağlamıştı. Tekrar yapıldığı akit de bir işçi gibi fahri olarak çalışmıştı.

Haftada iki defa, sabahları bizi jimnastikhaneye götürdükleri vakit ben adeta bayram ediyordum. Daha ilk günlerde sırıkların, düğümlü iplerin, mail merdivenlerin tepesine kadar çıkmayı beceriyordum. Benim bu atikliğim, çevikliğim, bilhassa gözü pekliğim hocamın dikkatinden kaçmadı. İsmimi bilmiyordu ama yüzümü bellemişti. “haydi bakalım küçük” der demez aletlere sarılıyordum. Yaşımla mütenasip olmayan tehlikeli talimler yapıyordum. Çok geçmeden küçücük boyumla jimnastikte sınıfın elebaşısı olmuştum. Senenin sonu geldi. İmtihan olduk. Yaramazlıklarıma tüy diken haylazlığım yüzünden sınıfı güçlükle geçebildim.

Okulda adet idi. Her sene Ağustos ayı içinde “Tevz-i Mükafat” töreni yapılırdı. Buna çocuk velileri davet edilir, sınıf birincilerine yaldızlı kitaplar verilirdi. O sene de mektebin büyük gününe bütün ana ve babalar çağırılmıştı. Mektep arkadaşım Emin’le biz de gittik. Tabii annemi götürmedim. Çünkü hiçbir dersten birinci olmama imkan yoktu. O gün Galatasaray’ın büyük demir kapıları ardına kadar açılmış, mektep bayraklarla donatılmış, kapıdan mektep binasına kadar olan yolun iki tarafına Yıldız Sarayı’nın hassa askerleri dizilmişti. Sağdaki büyük bahçeye karşılıklı tribünler yapılmıştı. Bunun bir tarafını erkekler, bir tarafını siyah peçeli, siyah çarşaflı kadınlar doldurmuştu. Biz talebeler ise bir biri ardınca dizili yemek sıralarına oturmuştuk. Bu sırada Hamidiye Marşı çalmaya başladı. Herkes ayağa kalktı. Saraydan, Padişah tarafından talebeye verilmek üzere altın saatleri de bir mabeyinci getirmişti. Orta yerde büyük ve yeşil örtülü bir masa üzerine kırmızı, yeşil kurdelelerle sarılı yaldızlı kitaplar istif edilmişti. Jimnastik muallimi Faik Bey, siyah redingotu, sevimli güler yüzü ile ortaya çıktı. Gür sesi ile son sınıftan başlayarak birinci ve ikinci çıkanların isimlerini birer birer okumaya başladı.

“Altıncı, sınıftan 151 Münir Efendi, Fransız edebiyatından mükafat!” diye bağırdı. Soluk benizli, ince yapılı bir genç gözleri yerde ortaya kadar ilerledi. Koltuklarda oturan büyük adamlara yerden bir temenna etti ve kendisine uzatılan yaldızlı kitabı aldı. tekrar bir temenna edip çekildi. Daha henüz yerine oturmadan aynı gür ses : “Münir Efendi’ye coğrafyadan iki defa mükafat!” Münir Efendi aynı merasimle ikinci kitabı alırken el şakırtıları kuvvetlendi! Münir Efendi riyaziyeden, Münir Efendi felsefeden…Hülasa Münir Efendi üç, dört, beş, altı defa mükafat!!!

Mükafatlar arttıkça davetliler de, bizler de çoştukça coşuyorduk! Tabii bugün stadyumlarda, futbol maçlarında birbiri üstüne gol atanları halk nasıl alkışlıyorsa, o zaman da kafa idmanlarında birinci çıkanlar aynı şekilde alkışlanıyordu. Münir Efendi sevinçten, heyecandan yürümesini şaşırmıştı! Gelip giderken ayakları birbirine dolaşıyordu. Böylece sırasıyla her sınıfın çalışkanlarının yani birincilerinin isimleri okundukça talebe velileri ve bizler durmaksızın el çırpıyorduk.

Ben bu koltukları yaldızlı kitaplarla dolu arkadaşları hasetle imrene, imrene dalmış seyrediyordum. Bir aralık birdenbire Faik Bey benim numaramı ve adımı okudu. Kulaklarıma inanamıyordum! Çünkü ben olsa olsa yaramazlıktan birinci çıkabilirdim! Fakat işittiğim doğru idi. “412 Selim Sırrı…Jimnastikten mükafat!” demişti. Yerimden fırladım, ben de ortaya geldim, bir temenna ettim, yaldızlı kitabı aldım. Yerime dönerken yaşlı başlı kimseler gülüşerek beni birbirlerine gösteriyorlardı. Kollarımı sallaya sallaya, gururlana gururlana eve döndüm. Yolda herkesin bana baktığını sanıyordum! Daha sokak kapısından bağırdım :

“Anne müjde! Birinci çıktım!”

Yaldızlı kitabı göstererek :

“Bak mükafat aldım!” dedim.

Zavallı anacığım şaşa kalmıştı! Bütün sene mektepte cezadan başka bir şey görmeyen, izin günlerinde bir defa olsun evde kitap açmayan bu haylaz evladının mükafat alması onu büyük ümitlere düşürmüştü. Sevincinden göz yaşlarını tutamadı. Beni kucakladı, öptü. Dizlerine oturttu. “Yarabbi sana bin şükür, bana bugünleri de gösterdin!” diye dualar etti. “Berhudar ol oğlum! İnşallah babanın yerini tutarsın!” dedi ve sordu :

“Söyle bakayım hangi dersten birinci oldun da bu yaldızlı kitabı verdiler?”

“Jimnastikten anne, jimnastikten! Sen beni mektepte görsen şaşarsın; ben sırıkların, iplerin ta tepesine bir nefeste çıkıyorum! Demirlerde bacaklarımdan tepe aşağı sarkıyorum! Ellerimin üstünde yürüyorum! Daha neler yapıyorum; bir bilsen!”

Annemin bakışları değişti. Biraz evvelki neşesinden eser kalmadı :

“Seni mektebe okusun, adam olsun diye verdim, iplerin tepesine çıkasın diye değil! Hadi çekil! Ben öyle mükafat istemiyorum. Boşuna sevinmiştim!” dedi.

Annem adeta bana darılmıştı. Fakat Faik Bey ile aramdaki münasebet şekli böyle değildi. Ona adeta tapıyordum. Jimnastik hocamız da beni olağanüstü bir muhabbette seviyordu. Arkadaşlarıma moniteur yani elebaşı olmuştum: Onları ben kumanda ediyordum! Her sene de jimnastikten birinci çıkıyordum. Hülasa ilk defa almış olduğum o yaldızlı kitap, beni bütün varlığımla spora bağlamıştı.

Galatasaray’a yazılalı üç yıl olmuştu. Ama daha Fransızca konuşamıyordum! On bir yaşında idim! Tevfik Sami Paşa’nın oğlu Emin’le çok sevişiyorduk. Annelerimiz de iyi görüşüyordu. Biz mektepte iken bir gün, annelerimiz bizim bir an önce Fransızca konuşmamızı sağlamak için aralarında şöyle bir karar verirler : Eğer Fransızca konuşmayı başarır isek, yüz para olan haftalığımızı beş kuruşa çıkaracaklar! Hafta başında izinli çıktığım akşam, yemek yerken annem bana :

“Oğlum!” dedi, “Eğer senin bir gün Fransızca konuştuğunu görürsem haftalığını yüz para daha arttıracağım. Haydi bakalım, göreyim seni!” Mektebe giderken, yolda annemin bu teklifini Emin’e söyledim. Hayretle, kendisinin de bu teklife muhatap olduğunu anlattı. Sordum :

“Eh ne olacak?”

“Çaresiz, çalışıp, gayret edip bir an evvel konuşmasını öğreneceğiz”

Ben biraz düşündüm. Aklıma bir şeytanlık geldi:

“Emin,” dedim ”bunun kolayı var.” Bizim Fransızca hocası Mösyö Christogoris bize La Fontaine’den (La Fonten) bazı şiirler ezberletiyor. Bunlardan bir tanesini güzelce ezberleriz, sonra annelerimizin karşısına geçeriz. Bir satır sen, bir satır da ben… Böylece onlar da bizi Fransızca konuşuyoruz zannederler ve haftalıklarımızı beş kuruşa çıkarırlar!”

Bu karar ikimizin de yüzünü güldürdü, attık kahkahaları ve mektebe girince ikimiz de Le Corbeau et le Renard yani karga ile tilki hikayesini su gibi ezberledik! Sonra bir de prova yaptık. Ala! Mükemmel! O hafta eve gelince ikimiz de annelerimizle birlikte “artık bülbül gibi Fransızca konuşuyor!” idik.

Annem beni aldı, Üsküdar’da Kaptan Paşa Camii civarında oturan Tevfik Paşaların evine götürdü. Her iki şefkatli kadın bize :

“Haydi bakalım konuşun da görelim!” dediler.

Ben başladım :“Eh! Bonjour monsieur le corbeau”

Emin derhal cevap verdi : “Que vous etes joli! Que vous me semblez beau!”

Böylece, La Fontaine şiirinden beş altı mısrayı karşılıklı okuduk. Annem dayanamadı. Sevincinden gözleri yaşardı. Beni bağrına bastı. Aynı muhabbet ve kucaklaşmalara Emin de muhatap olmuştu. Haftalığımız da beşer kuruşa çıkmıştı! Aradan üç ay kadar bir zaman geçti. Biz arada bir annelerimizin yanında ezberlediğimiz şeyleri karşılıklı söylüyor; onları bu suretle aldatmaya devam ediyorduk. Lakin, bakınız bir gün ne oldu?

Annem, beni Menemenli Mustafa Paşa’nın damadı Erkanıharp Livası Raif Paşa’nın Koska’daki konağına götürdü. Hanımefendinin elini öpüp geri geri çekilirken, kadıncağız anneme sordu:

“Maşallah, ben görmeyeli büyümüş! Kaç yaşında oldu?”

“On birini bitirdi efendim.”

“Galatasaray Sultanisi’ne gidiyor değil mi?”

“Evet efendim…çok çalışıyor, bülbül gibi de Fransızca biliyor!” cevabını verdi.

Meğer, hanımefendi Fransızcaya aşina imiş. Fransızca olarak :

“Hocanız kimdir?” deyiverince donakaldım. Söylediğini anlamamıştım. Başımı öne eğdim. Kulaklarıma kadar kızardım. Taş gibi durdum. Hanımefendi, o güzel şivesiyle sordu:

“Niçin konuşmuyorsunuz?”

Bende ise aynı taş gibi duruş ve mutlak bir sükut!

“Utanıyor musun yavrum?”

Yine hiç cevap yok. Kadıncağız anneme döndü;

“Çocuğu sıkmayalım. Anlaşılan utangaç tabiatlı.” dedi. Lakin, konaktan çıkarken annem kulağıma eğildi: “Bilmiş ol, haftalık yüz paraya indi!” sözlerini söyledi.

Çocukluğumda üzerimde büyük tesiri olan insanlardan biri de dayım Rifat Paşa idi. Göçmen olarak İstanbul’a geldiğimiz tarihte rütbesi yarbay idi. Dayımın şairliğinden bahsetmiştim. Fakat onun zoru yalnız edebiyat değildi. Sultan II.Abdülhamid’in idare tarzına düşmandı. Akşamları birkaç kadeh parlattıktan sonra ağzına geleni söylerdi. Annem Rifat Dayımın ulu orta tenkitlerinden telaşlanırdı: “Aman kardeşim, sonra sürerler, hepimiz mahvoluruz!” derdi. Nitekim, korktuğumuza da uğradık.

Bir akşam dayım Serasker Kapısı’ndan nefes nefese bize geldi. Bağıra, bağıra anlatıyor. Arada bir “Merhametsiz! İnsafsız! Gaddar!” diye haykırıyordu. Annemle baş başa vererek konuşup ağlaşıyorlardı. Bir hafta sonra dayım Yemen’e gitti. Zavallı annem artık her gün gözyaşı döküyor, arada bir “Yarabbi bu yetimlere acı!” diye Allah’a yalvarıyordu. Meğer Serasker Paşa bir gün her nedense dayıma kızmış, söylenmiş, o da ters cevap vermiş, iki gün sonra Yemen’e tayin edildiğine dair irade çıkmış. Annem bunları yana yakıla komşulara anlatırken duymuştum.

Dayımdan çok acıklı mektuplar alıyorduk. Bunlardan birinde Yemen’in fena olan iklim şartlarından bahsederek şunlardan bahsediyordu:

“Burası ateşten bir gömlek! Suyu ve havası hayata kasteden iki Azrail!”

Dayım, 15.6.1302 (1886) tarihindeki mektubunda Yemen’den batı Trablus’una nakledilmesi için bir çare düşündüğünü bildiriyordu. Serasker Paşa ile arasının düzeltilmesi maksadıyla kırk beyitlik bir kaside kaleme almış. Buna üç ay uğraşarak tezhiplemiş. Mukavva bir kutuya koyarak bize göndermiş. Ayrıca bir de beyit yazmış. Bunlar ile ne yapmamız lazım geldiğini şöylece anlatıyordu: “Kaside elinize varınca güzel ve yaldızlı bir çerçeveye geçiriniz. Beyiti ise, zekavetmend Selim Sırrı’mıza ezberletiniz. Serasker Paşa’nın Ortaköy’deki yalısına gidip takdim ediniz. Çerçeveyi kendilerine verirken Selim Sırrı’mız da beyiti okusun:

“Güherin hake atar şanı budur deryanın Ben ki hakim banadır lütfu kerimüşşanın“

Bu sırada istirhamımın, Yemen’den Trablus’a naklimden ibaret olduğunu söyleyiniz. Bakalım Huda neyler…”

Bu mektupla beraber, yuvarlak bir kutu içindeki kaside de geldi. Ertesi günü, annem erkenden İstanbul’a indi, yaldızlı bir çerçeve yaptırdı. Ben de beyiti Papağan gibi ezberledim! Bir Pazar sabahı annem, boyum kadar levhayı bohçaladı, bir hamala verdi. Birlikte yürüyerek Üsküdar İskelesi’ne indik. Oradan vapurla Ortaköy’e geçtik. Levhayı tekrar bir hamala verip Serasker’in yalısının kapısına geldik. Karşımıza bir haremağası çıktı. Annem acıklı bir sesle :

“Afedersin Ağa Efendi, ben Paşa Efendimiz’i görmek istiyorum, maruzatım var” dedi.

Ağa, azametli bir tavırla bir anneme, bir bana baktı ve kaşlarını çatarak:

“Hanım burada göremezsin. Arzuhal vereceksen Serasker Kapısı’na git. Orada, Yaver Beyler ile görüş!” dedi.

Annem coştu:

''Hayır iki gözüm, arzuhal vermeye gelmedim. Ben bir miralay haremiyim. Bir kardeşim var. Kaymakam Rıfat Bey şairdir. Şimdi Yemen'de’, Paşa Efendimiz’e bu levhayı gönderdi, onu getirdim”

Arap biraz düşündü, sonra hamalın kucağından levhayı indirtti. Örtüsünü açtı. Yaldızlı çerçeveyi pek beğendi. Yazıların varaklarına dikkatli dikkatli baktı: “Bu ne gozel şay!” dedi. Kapıdan içeri girdi ve bize de “Arkamdan geliniz!” sözlerini söyledi. Harem kapısına geldik. Dut kurusu gibi ihtiyar bir kadın açtı! Harem Ağası: Başıyla ve gözleriyle işaret ederek:

“Haydi giriniz!” dedi.

İki cariye geldi. Levhayı iki yanından tutup götürdüler. Geniş sofalardan geçtik. Kahya kadın bizi büyük bir salona soktu. “Burada bekleyiniz!” dedi ve çekilip gitti. Ben şaşa kalmıştım! Orta yerde, üstü mermer saplı yaldızlı ayaklı bir koca mermer masa. Salonda, çepeçevre asker gibi dizilmiş kadife koltuklar, sandalyeler. Ben alık, alık etrafıma bakınırken, kahya Zarife etekleri uçarak yanımıza geldi:

“Hanımefendimiz kahve altı buyurdular. Ortalık tenha iken haydi sizi huzura götüreyim, sonra kalabalık basar, derdinizi söyleyemezsiniz! Hem o getirdiğiniz levhayı da pek beğendi” dedi.

Hanımefendi, patlakça gözlü, kısa boyunlu, etli bir kadındı. Atlas koltuğa gömülen şişman vücudu tortop olmuştu! Annem yerden bir temenna etti. Ben de eteğini öptüm. Paşanın huzurunda okumak üzere bellediğim beyiti şaşkınlıkla Hanımefendi’ye söyledim!

“Maşallah!” dedi, “kaç yaşında bu küçük?”

“Dokuzunu bitirdi, Efendimiz. Galatasaray Sultanisi’nde okuyor” cevabını veren annem, konuya girdi. Şehit düşen babamdan, verem hastalığından ölen ablamdan bahsederek sözü dayıma getirdi. Onun namına özür dileyerek, Serasker Paşa’nın affını rica etti: “Lütfen kardeşimi Trablusgarb’a nakletsinler. Sizden bunu istirhama geldim” Galiba, Serasker’in hanımı okuma bilmiyordu! Anneme levhayı işaret ederek:

“Biraz okuyabilir misiniz?” dedi Annem hecelemeye başladı. O da muttasıl:

“Güzel, güzel. Çok güzel.” Diyordu Kahyayı çağırtarak, levhayı tutan kalfalara; “Bunu götürün, Paşa Efendimiz’in kapısını usulcacık açıp duvat-ra dayayın!” sözlerini söyledi. Sonra bana dönerek: “Sen de oğlum onların arkasından git! Paşa’nın eteğini öp! Bana okuduğun o güzel beyiti, kendisine serbest serbest oku!” dedi. Kalfalar, Paşa’nın oda kapısını usulca açtılar, levhayı duvara dayadılar, ben de içeri daldım. Erkan minderinde bağdaş kurmuş olan paşa’nın eteğini öptüm ve yüksek sesle: “Güherin hake atar…” Alt tarafını tamamlamaya vakit kalmadı. Paşa, elinin tersini sallayarak kalın bir sesle:

“Çık! Çık dışarı! Zarife! Zarife! Bu çocuğu buraya kim soktu! Allah Allah!...”

Kapıdan ağlaya ağlaya, hıçkıra hıçkıra çıkıp annemin yanına geldim. Hanımefendi hayretle sordu:

“Ne oldu evladım?”

Ben, hıçkırmaktan söyleyemiyordum ki! Boğazıma bir şeyler tıkanıyordu. Zarife Hanım koşarak geldi, işi anlattı.

“Paşa Efendimiz, Şevketmeab Efendimiz’e bir arize yazıyorlarmış, çocuğu görünce zihinleri karışmış, onun için biraz hiddet buyurdular”

Bu muamele, Hanımefendinin fena halde onuruna dokundu. Anneme dönerek:

“Hanım sen hiç merak etme. On güne kalmaz kardeşin Yemen’den kurtulur!” dedi.

Filhakika bir hafta sonraki İkdam Gazetesi’nin “Tebliğat-ı Resmiye” sütununda şöyle bir havadis vardı: “Yemen Fırka-i Askeriyesi Harbiye Reisi Kaymakam Rıfat Bey’in Trablusgarp Fırka-i Askeriyesi burada Erkan-ı Harbiye Riyaseti’ne nakli İrade-i Seniye-i Cenab-ı Mülükaneye iktiran etmiştir”

Galatasaray’dan mezun olmama iki sene kalmıştı. Fakat mektep taksitlerini veremiyorduk. İster istemez tasdiknamemi alıp okuldan ayrıldım.

Sitedeki imzalı yazılar yazarlarının sorumluluğundadır.

Önceki Gönderi Sonraki Gönderi